Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

01 Eylül 2010

Koltuk Değnekleri




Seviyoruz.

Sevilmeyi seviyoruz. Çok hem de.

Genç, yaşlı, kadın, erkek, çocuk, fark etmiyor. Hepimizi birileri sevsin istiyoruz.



O birileri bizi severse, saçımızı okşar, sırtımızı sıvazlarsa, varlığımızı tanırsa, bizi takdir eder, onaylarsa ancak o zaman var oluyoruz. Sevmiyorlarsa yokluk içinde, sefil bir hayat sürüyoruz.



Herkes dertli birinden...



Bir sevdicek var, üzüyor herkesi. Herkesinki kendini. Değişmiyor.

Etrafımda bir dolu kadın var. Hayatlarına ortaklık ediyorum. Şahidiyim tüm iniş çıkışlarının.

Üzülen, sevilmeyen, bekletilen, terk edilen, sevgisizlikle, değersizlikle donatılmış bir dolu kadın.



Girdikleri çıkmaz sokakta dolaşacağım biraz… Onların hissettiklerini kadın hissiyatımla ben de farklı zamanlarda, farklı şekillerde hissettim elbette...

Kendi ağzımdan ama onlardan bana yansıyanları işin içine katarak dolaşacağım, o tepesinde gri bulutların dolaştığı sevimsiz sokakta...

Belki sonunda hepimiz çıkar gideriz o sokaktan. Güneşli, çiçekli böcekli başka sokaklar da var çünkü. Biliyorum…



Niye hepsinin yolu aynı? Kendilerine sırt çevirmişlerdir belki. Belki başkalarının üzemeyeceği, aşağılayamayacağı, kırmayacağı kadar acımasızlardır kendilerine.

“Başkaları size kötü sözler söyleyebilir kontrol edemezsiniz ama siz kendinize söyleyemeyin" Bunu bilmiyorlar belki.

Ayna karşısına geçip, gördüğü aksine söylemediğini bırakan kadınlar mı acaba böyle çöl kuraklığındalar? Kendi içlerinde bir yudum sevgi yok kendilerine ilaç diye verebilecekleri.

Bu yüzden mi har vurup harman savuruyorlar, hoyratça ağızlarına geleni sayıp döküyorlar içlerindeki kendilerine?

Değersizlik ve güvensizlik duygusunu derileri gibi kuşanıyorlar?



Böyleleri başkaları üzerinden kendilerini sevmeye çabalıyorlar. O beni severse, ben de kendimi sevebilirim.



Başkası üzerinden kendini sevmek…



Başkası bizim koltuk değneklerimiz. Aslında hiç de ihtiyacımız olmadan ama varmış gibi, gönüllü aldığımız, yardımıyla yürümeye çalıştığımız koltuk değnekleri.

Onlar olmadan yürüyemeyiz sanıyoruz. Ezik, güvensiz, kendi ayağımızın üstüne basarsak düşeceğimizi sanarak, dengede bile durmayı başaramayan, silik; sonunda gurursuz, anlamsız, sevmediğimiz, zayıflığımızdan ve eksikliğimizden nefret edip, öfke duyduğumuz birileri oluyoruz.



Oysaki ayaklarımız var, bacaklarımız var sapasağlam. Üstünde zıplayabiliriz, yürüyebiliriz, koşabiliriz… İstediğimiz her yöne üstelik. Ama biz neyi seçiyoruz? Koltuk değneğine bağlı yaşamayı. Onlar olunca yürüyebiliyoruz ancak. Ama biliyoruz ki hiçbiri bizi koşturmaz, zıplatmaz. Üstelik hareket kabiliyetimizi sınırlar, yavaşlatır. Minik, sarsak adımlar attırır bize.

Bir zaman sonra acı verir. Bir de atsanız atamazsınız, satsanız satamazsınız. Sanırsınız ki onlar olmadan yaşayamazsınız. Onlarla doğduk sanki. Oysa biz yarattık bu yoksunluğu ve gereksinimi. Niye inanıyoruz ki onlarsız hiç olduğumuza?



Biz aslında her şeyiz… Yapabileceklerimizin, bildiklerimizin, olduklarımızın, başarabileceklerimizin ucu bucağı yok. Ama bağımlı bir hayatı seçiyoruz yine de. Kendimize acıyarak, değneklere mahkûm, kurban rolüne yapışarak.



Böyle daha mı mutlu olduğumuzu sanıyoruz? Değiliz oysaki. Onlara verdiğimiz paye bile bizi mutsuz edebiliyor bazı bazı. Kırıp atmak istiyoruz, sekiz parçaya bölmek, ateşe atıp yakmak ama yapamıyoruz bir türlü. Onlar olsunlar bir köşede. Ben yetersizliğimi, eksikliğimi, sevgisizliğimi hissetmeyeyim diye ara ara kalkıp alayım onları oturduğum yerden. Destekleriyle yürümeye çalışayım.



Evet, yürümeye çalışmak. Başka adı yok.



Hayat yürümek değil koşmak için.  

Saplanıp kalmamak lazım. Kendimize inanmak, güvenmek ama en başta sevmek lazım. Çok sevmek. Çoktan da çok.

Sevgisizliğin, terapistlerin koltuklarına uzattığımız çocukluğumuzun hediye boşluklarını doldurma çabalarının, belki küçükken yeterince sevilememiş olmanın ve şimdi de sevilmeye layık olmadığımıza inancımızın acısını çekiyoruz. Ondan bundan sevgi dileniyoruz. Zorla, ısrarla, ağızlarından çıkacak iki çift güzel sözün iyileştiriciliğine el açıyoruz. Sevgi kırıntılarına razı oluyoruz.

Ne acı. Ne acıklı. Ne hastalıklı.



“Ne zaman kendime döndüm, ne olduğumu buldum, kendimi sevip pamuklara sarıp okşadım, o zaman aşk karşıma çıktı. Önce senin kendini pamuklara sarman gerekiyor, başkası yapabilir ama o gidebilir, ona güvenmemek lazım” demiş eski koltuk değnekli biri. Doğru işte. Kendimizi sarıp sarmalamadıktan sonra kim bizi sevecek? Kimden bekleyebiliriz gerçek sevgiyi, gerçekten sevilmeyi.

Senin ağzına geleni saydığın birini başkası niye baş tacı yapsın ki? Sen kendini başında taşıyacaksın. Sahip olduğun her şeyi bir bir sayıp dökeceksin kendine. Kıymetliliğini, tekliğini, güzelliğini, zekânı, eşsizliğini, becerilerini, nasıl sevgili biri olduğunu… O zaman sevilebilir olduğuna inanacaksın. Kendin inanacaksın en başta. Başkasından beklediğin, beslendiğin sevgiyi sen kendine verdiğinde var olacaksın aslında. Ayakların yere basacak, tek başına adımlayabileceksin hayatını.



Kendini besleyebildiğin, mutfağını, dolabını doldurabildiğin sürece toksun. Mutfağın boşsa, dolabında lokma yiyecek yoksa hep birinin gelip seni doyurmasını bekleyip duracaksın. O biri ya gelecek, ya gelmeyecek, ya gidip başkasını doyuracak… Hep aç, hep beklentide, hep birilerinin seni doyurmasının hayatın en önemli şeyi olduğunu sanarak geçireceksin hayatını.



Önüne konan kırıntılarla idare etmeyi seçmek ya da kendini tıka basa doyurup, başkasına aç kalmamak. Kendini doyurmayı seçerek devam etmek lazım. Yolu yok. Sonu yok bunun. Nereye kadar? Nereye kadar bir başkasının üzerinden kendi değerimizi biçeceğiz? Nereye kadar el avuç açacağız bir lokma sevilmeye?



Ararsa, sorarsa, ilgilenirse, sevdiğini söylerse ben “biriyim”, sevilebilir biriyim. Yoksa bir hiçim. Gözüm, kulağım seste, sevildiğimi gösterecek ufacık bir belirteçte...



Hayat böyle geçmez. Geçer de nasıl geçtiğini anlamazsınız. Yaşam sınırlı. Sonsuz yıllarımız yok. En kıymetli yaşlarımızı, -hangi yaştaysanız o yaşınız kıymetli- bu sancılarla, bekleyişlerle, isteyiş ama alamayışlarla mı geçireceğiz?

Niye ki? Neden bu kadar paye veriyoruz ki bir başkasına? Bizden daha mı kıymetli? Daha mı sevilebilir, daha mı “daha”?

Değil. O da kendine göre biri. Sevilebilir ya da sevilemez türde biri. O da kendi içinde yaşıyor yaşadığını. Herkes gibi, herkesin kendi payına düşeni yaşadığı gibi. Vardır bir sebebi böyle olmasının.

Sevgiyi üstünüze başınıza bulamamasının, sessizliğinin, cılız çıkan sesinin, tutukluğunun, tutkusuzluğunun.

Onları salıvereceğiz. Kendimize salınacağız.



Hata bizim. Onların değil. Hiç hem de. Bizim bize ettiğimizi kimse bize edemez. Öyle bir gücümüz var ki bir türlü fark edemediğimiz...

Ama bu gücü başkasına devredip, devre dışı bırakıyoruz kendimizi. O çalıştırsın tekrar, diye bekliyoruz.

Bozulduk böyle böyle. Ruhlarımız eridi, içimiz tükendi, kalbimiz paslandı. Çürüdük.



Derdimiz neydi böyle bir çıkmaz yola soktuk kendimizi, bilmiyorum. Ama artık dönüp, çıktığımız yolun girişini bulma ve bir daha o yola girmeme zamanı.

Tamam, kadın olmak, hassaslık, narinlik, nazendelik. Bir adamın o kadını seviyor, saçını okşuyor, “sevgilim” diyor olması şahane ama o sevgilim demeyince sevgili olmadığınız anlamına gelmiyor ki bu, gelmemeli.



Sevgiliyiz hepimiz, sevilebilir güzellikteyiz, paha biçilmez, onyüzbinmilyon kıratlık kalbimiz var. Dışarıya bakınacağımıza içimize seslenip, gelen aksi duymak lazım. “Seni seviyorum” demek lazım gerçekten kastederek, hissederek.

Gelen sesle doymak. Sarıp sarmalamak, sırça köşklere oturtmak, öpmek, koklamak, kendi kendimizin sevgilisi olmak lazım. Böyle olunca dışarıdan gelen sevgi sizi bırakıp gittiğinde soluksuz kalmazsınız. Sudan çıkmış balığın gözleri gibi ölü ölü bakmazsınız. Elbette ki üzülürsünüz, sevilmekten öte ne var güzel olan ama üzüntünüz aylara yayılmaz belki o zaman. İçinizdeki sevgiliniz sizi sakinleştirip, sevip şefkatleyip hayata geri gönderir dimdik, mutlu, heyecanlı, umutlu...



Koltuk değneklerimiz olmadan yürüyeceğiz. Sekiz parçaya bölüp ateşe atacağız onları. Yürümenin, kendi başına yürüyebilmenin tadına varacağız yeniden. Kıymetini bileceğiz.



Kolumuzun altına girip bizi yürütmeye çalışanlara değil, kolumuza girip uçup coşup, hoplayıp, zıplayıp birlikte dans edebileceklerimize bakacağız. Onları görecek gözümüz.

Elbette ki ilk dansımızı kendimizle yapacağız. Ne kadar güzel dans ettiğimizi gören, sevgilerini sakınmadan, sınırsızca, tepeleme önümüze yığacak, kıymet bilen, ilgili, şefkatli, sevgili, harika dansçılar kapımıza yığılacak. Bize sadece seçmek kalacak...



Siz ışıldadığınız zaman ışık verirsiniz etrafınıza. Ölgün, ışıksız halinizle fark edilmezsiniz bile…



Tariflediğim kadınsa içinizdeki kadın, içinden “sevgilim” sesi geliyorsa hep ve gelen sesin aksini başkasından duymak istiyorsa...

Söyleyin ona, asıl sevgili kendisi. İte kaka gelmez dışarıdan sevgi.

İstemeden, bekletmeden, geliyorsa gürül gürül, ithal olsun, varsın olsun.

Başımızın üstünde yeri var. Kendi sevgimizin ucuna ekler, hem kendimizi hem onu mutlandırırız, ne güzel...



Ama yine de, içerideki sevgilinin sesini açın siz. En güvenilir, en sabit, en değişmez, en hep orada, en çok, en coşkun ve en bitmez tükenmez sevecek olan o.

Açın sesini onun.



Bağır çağır "sevgilim" desin size...

Siz söylemeden, siz beklemeden, siz istemeden, her daim.



E, tamam işte, siz sağ, o selamet. :-)



Not: Gerçekten koltuk değneklerine bağlı yaşamak zorunda olan kadın-erkek-çocuk herkese mucizevî iyileşme gelsin gökten.

İsteğim yürekten…


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...